WONDER WOMAN 1984 NEDEN VASAT BİR FİLM? (SPOILER'SIZ İNCELEME)
Wonder Woman'ın ilk filmi DCEU etiketi ile çıkmış filmler arasında belki de izlemekten en zevk aldığım yapım. Her yönden olması gerektiği gibi bir kahraman hikayesi ve aynı zamanda kırdığı toplumsal stigmalarla Hollywood'da eşi görülmemiş bir başarı hikayesi. Belki de bu filmin başarısı sayesinde öncekine göre daha çeşitli, daha fırsat eşitliğine açık bir sektörle karşı karşıyayız. Şu satırlardır öve öve bitiremediğim filmin devam filmi dün seyirciyle buluştu. Açıkcası uzun bir süredir süper kahraman filmi izleyememiş olmamdan dolayı filme karşı pek bir heyecanlıydım. Ekibe güveniyordum, fragmanlar iç açıcı duruyordu, önceki filmi güzel yapan her elementin dönüyor olmasının yanısıra aralarına bir de usta bestekar Hans Zimmer katılmıştı. Bunların yanında konuyu fragmanlar aracılığı ile kestirememiş olmak, ne izleyeceğini bilmeden filmi açma hissiyatı beni pek bir meraklandırmıştı. Filmi izleyeli 2 saat kadar oluyor, yani fikirlerim fırından yeni çıkmış bir ekmek kadar tazeler. Ama bu bile filmin ne denli kötü olduğunu kabullendiğim ve aylar sonra ilk defa buraya bir inceleme yazma gereği duyduğum gerçeğini ne yazık ki değiştirmiyor. Filmi daha pek çoğunuzun izleme fırsatı olmadı biliyorum. Bu yüzden yazımda spoiler vermemeye dikkat edeceğim ama emin olun filmde spoiler vermeye değer pek de bir şey yok zaten.
Film Themiyscira'daki bir olimpiyat flashback'i ile başlıyor. Genç Diana'yı orada koca koca kadınlarla rekabet içerisinde görüyoruz. Sahne kendi içinde bir mesaja sahip olsa da geri kalan filmle gram alakaya sahip değil, sırf olsun diye konulmuş. Buna rağmen bu mini yarış sahnesi filmin belki de en keyifli 8-10 dakikasını oluşturuyor. Tabi bu durumda filmin daha başında olduğunuz için izlediğiniz bu 10 dakikanın hiçbir anlam ifade etmeyeceğini bilmenizin de katkı payı yüksek.
Flashback sahnesinin bitmesi ile filmin ismini de aldığı 1984 yılına dönüyoruz. Bizi 60 küsür yıldır kendini pek büyük olaylara alet etmemiş bir Diana, basit bir hırsızlık olayını engellerken karşılıyor. Bu engellediği hırsızlık olayının akabinde bir kara borsa eseri ortaya çıkıyor ve filmin kalanı da bu eserin etrafında dönüyor. Bu noktadan itibaren artık konuyu anlatmayacağım çünkü yazının başında da bahsettiğim gibi fragmanlarda ana hikaye anlayacağınız bir şekilde verilmemiş. Aslında konu fragmanda söylenen bir cümle ile verilmiş olsa bile bu durum o kadar abes, o kadar altı doldurulmamış ki bu denli basit ve temelsiz bir konuya 200 milyon dolarlık bir bütçe ayıracaklarını tahmin etmezsiniz. Hele ki ilk filmin çok sürükleyici bir savaş draması olduğunu varsayarsak, böyle bir filme böyle bir konuyla Alladdin çakması bir devam filmi çekebileceklerini hiç tahmin etmiyorsunuz.
Bir kere film anlatmayı arzuladığı hiçbir şeyi yeterince anlatamamış. Filmin süresinin 2.30 saat olduğunu göz önünde bulundurursak bu durum daha da vahim bir hal alıyor. Filmin düşman olarak konumlandırdığı iki karakterin (Maxwell Lord ve Cheetah) motivasyonları bir hayli yetersiz kalmış. Cheetah sanki film geçtiği yılda çekilmişcesine klişe bir hikaye arcına sahipken, Maxwell Lord'un aksiyonlarının altında yatan motivasyon çok sığ kalmış. Film boyu sergilediği tavırlar, ettiği laflar, yaptığı hareketler ve planlar size izlerken sanki senaryoyu 13 yaşında bir çocuk kaleme almış gibi hissetiriyor. Bu fan fiction bozuntusu senaryonun ortalarına geldiğinizde konu sanki sizi güzel mitolojik sulara götürüyor gibi oluyorsunuz ama o da olmuyor, artık bütçeden mi yoksa kasti mi bilemiyorum ama film anlatacağı hikayede hep basite kaçmayı tercih etmiş.
Filmin temel günahlarından biri de yok yere Steve Trevor'u geri getirmiş olması. İlk filmde anlamlı ve düzgün bir veda ettiğimiz Trevor, bu filmde hikayenin gidişatı gereği görece mantıklı bir şekilde olaylara dahil olduysa da onunla yolları ayırışımız "Ben günü kurtarırım, sen dünyayı." sahnesindeki tüm anlamı tüm orijinalliği sökerek hem bu filmi kötü yapmış, hem de öncekine de zarar vermiş. Karakter, filmde yer aldığı süre boyunca Diana'nın arkasında birilerini yumruklamaktan başka hiçbir şey yapmıyor, hikayeye hiçbir somut katkı sunmuyor. Sanki sadece orada olsun diye konulmuş. Kaldı ki diğer karakterler için de aynı durum geçerli. Maxwell Lord'un hikayede nasıl kıyma edildiğinden zaten üstte bahsetmiştim, izninizle biraz da Cheetah'dan bahsetmek istiyorum. Arkadaşlar ben Cheetah'yı DC Comics'in yarattığı en başarılı kötü karakterlerden biri olarak görüyorum. Karakter hem güçlü, hem tehditkar hem de gerçek anlamda çok dişli bir rakip. Ancak bu filmde o saldırgan karakteri göremiyoruz. Zaten filmin ilk 2 saatinde karakterin, kişilik ve motivasyon değişikliğini izliyoruz ki sormayın ne kadar klişe bir işleyiş olduğunu. Kalan kısımda da Cheetah'yı bir 3 dakika kadar koklatıp geri almışlar. Bu kadar. Wonder Woman'ın en önemli kötü karakterini sadece 3 dakika gördük. Hoş filmdeki aksiyon sahneleri 10 dakikayı geçmeyeceğinden bu çok doğal. O 10 dakikalık sahnelerde de şuan düşününce aklıma tek bir sahne bile gelmiyor, kurgusu ve efektleriyle çok başarısız dövüş sahnelerine ev sahipliği yapıyor film.
Ha tabi diyeceksiniz ki film sadece kötü şeylerden mi ibaret? Eh, neredeyse öyle. Hans Zimmer'ın soundtrack'i güzeldi ama önceki işleriyle kıyasla sıradandı. Filmin bir noktasında BvS'nin müziklerinden biri çalmaya başlıyor. O sahnede filmden koptuğumu söylemem lazım. Bunun sebebi tabi sahne veya müzikten kaynaklı değil. Müziği dinlediğim an, Dawn of Justice'ın başlangıç sahnesi aklımda canlandı. Bu sahneyi filmin kalanı da takip etti. İşte o an anladım ki biz DCEU'ya haksızlık etmişiz arkadaşlar. Adamlar 2.30 saatte ''Kötü film öyle değil, böyle olur.'' diyerek potansiyellerini bir kez daha bize kanıtlamış oldular. Aquaman, BvS, Suicide Squad, Justice League, Birds of Prey... Hepsi sıradan filmlerdi, yavanlardı, sıkıcılardı. En iyi ihtimalle orta şeker işlerdi. Ama hiçbir DCEU yapımı daha önce bu kadar kötü çuvallamamıştı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder